Suriye iç savaşının haritası

12.10.2016, Lesezeit 10 Min.
1

Altıncı yılında bulunan Suriye’deki iç savaş, dünya jeopolitiğinin çekim noktalarından birine, farklı yerel gruplar kanalıyla birbiriyle rekabet eden ve çıkarlarını savunan çeşitli emperyalist ve bölgesel güçler için manyetik bir alana dönüştü. Bu şekilde uluslararasılaşması nedeniyle mücadelenin gerek dinamikleri, gerek diplomatik müzakereler kanalıyla çözülmesi, iç güç ilişkilerinin çok ötesine geçiyor ve başta ABD ve Rusya olmak üzere savaşa müdahil olan çeşitli aktörlerin tutumlarına bakıyor.

Uluslararası boyut sadece Halep ve Kobane çatışmalarında göze çarpmıyor. Çoğu zaman olduğu gibi, burada da karşımızda çift taraflı bir yol var. AB’yi sarsan mülteci krizi, dünya sahnesine yeni tipte, reaksiyoner ve öngörülemez bir terörizmin çıkışı, bu terörizmin eylem alanını Arap ve Müslüman dünyanın banliyölerinden Batı’nın başkentlerine doğru genişletmesi; Irak ve Afganistan savaşlarıyla beraber Ortadoğu’da oluşan durumla, özellikle de Suriye’deki iç savaşla yakından ilişkili. IŞİD ve diğer terör örgütlerinin yönetmekten çok ilham verdiği, ‘kendi kendine radikalleşmiş’ bireyler tarafından gerçekleştirilen inorganik saldırılardan en yoğun etkilenen ülke şu ana kadar Fransa. İki yıldan az bir sürede Fransa’da gerçekleşen üç saldırı, gerek kurbanların sayısı gerekse de seçilen hedeflerin sembolik önemi nedeniyle büyük etki yarattı. Bu olguların siyasi, güvenlik ve askeri boyutları muhtemelen önümüzdeki yıllar boyunca sürecek. Kısa vadede yol açtıkları etki ise, Fransa’nın Suriye’de üst üste gerçekleştirdiği saldırılarda görüldüğü gibi, emperyalist savaşkanlığı azdırmak, ayrıca Batı’daki Müslüman toplulukların daha fazla baskıya maruz kalması ve suçlu muamelesi görmesi. Yol açtıkları bir diğer sonuç ise, yabancı düşmanı aşırı sağın yükselişi.

Operasyon sahası

Suriye iç savaşı, ufukta kolay bir askeri veya politik çözümü görünmeyen, uzatmalı bir çatışmaya dönüştü. Çatışan taraflardan hiçbiri ne zafer kazanacak ne de yenilgiye uğratılabilecek gibi görünüyor. Dramatik bir “süresiz pat” halinde bulunan ülke, ara ara el değiştirebilen tesir alanlarına bölünmüş durumda. Bunun sivil nüfus üzerindeki etkileri ise son derece ağır.

Bu çok boyutlu savaşın eksiksiz bir haritasını çıkarmak mümkün olmasa da, kabaca dört temel aktör olduğunu söyleyebiliriz.

Esad rejimi, Rusya, İran, Hizbollah ve Iraklı Şii milislerin desteğiyle, Şam ve sahil bölgesini kontrol altında tutuyor. Stratejik önemi haiz olan bu bölgede ülkede kalmış nüfusun yarısı yaşıyor. Rejimin ülkenin tamamını tekrar kontrol altına alamayacağı açık; ancak, üs bölgelerinden muhalif topraklarına doğru saldırılar düzenliyor -onları geriletmeye, tedarik kanallarını kesmeye veya yaşamsal önemdeki noktaları ele geçirmeye çabalıyor.

Bu durumun en çarpıcı örneği olan Halep’te, iki tarafın birbirine karşı yürüttüğü “karşılıklı kuşatma”dan yüz binlerce sivil etkileniyor. Daraya kentinde de benzer bir durum söz konusu. Esad’a karşı ayaklanmanın sembollerinden biri ve rejimin zulmünün kilit örneklerinden biri haline gelen, Şam’ın bu muhalif mahallesinde dört yıl boyunca süren kuşatma Ağustos ayında sona erdi. Suriye ordusu karşısında yenilgiyi kabul eden Özgür Suriye Ordusu milislerinin İdlib bölgesine geçmelerine izin verilirken, kentte bulunan birkaç bin sivil tahliye edildi; akibetleri belli olmayan bu sivillerin önemli bir kısmı rejimin cezaevlerine atılmış olabilir. Her ne kadar harabeye dönmüş ve terk edilmiş olsa da, Daraya’nın düşmesi başkanlık sarayının birkaç kilometre uzağındaki bir isyan odağının ortadan kalkması anlamına geliyor.

Esad’a karşı mücadele eden “isyancılar”, İdlib ve Halep eyaletlerinde güçlerini artırmış durumda. Bu bölgede mücadele veren gruplar arasında, Suudi Arabistan ve Katar gibi Körfez ülkeleri, Türkiye, ABD ve başka Batılı güçlerce desteklenen ve geniş bir yelpazeye yayılan seküler, “ılımlı” İslamcı ve Selefi milisler bulunuyor. İç parçalanmışlıkları ve dış destekçilerinin farklı çıkarları nedeniyle, bu gruplar birbiriyle rekabet ediyor ve savaşı bitirecek olası bir anlaşmada elini güçlendirmeye çalışıyor. Buradaki en önemli örgütlerden biri olan Özgür Suriye Ordusu, Esad’ın ordusunu terk eden askerler ve “ılımlı” İslamcılar tarafından, Türkiye ve ABD’nin desteğiyle kuruldu. Batı’dan değil ama bölgedeki ülkelerden destek alan El Nusra ise, geçmişte El Kaide’nin Suriye örgütüyken buradan koptu ve terörist damgasından kurtulma niyetiyle Şam’ın Fethi Cephesi adını aldı. Bu estetik değişime taktik değişimler eşlik etti. IŞİD’den farklı olarak, El Kaide, yerel halkın en azından müsamahasını kazanmak gerektiğini anlamış görünüyor. Örneğin Halep savaşında, örgütün milisleri rejimin kuşatmasını kırmak için oynadıkları rolü aynı zamanda politik desteğe tahvil etmeye çalışıyor.

Muhalif gruplardan net çizgilerle ayrılan IŞİD, askeri analistlere göre, halifeliğini ilan ettiği toprakların %20’sini (Irak’ta %40’ını) yitirmiş durumda. Palmira kentini kaybeden IŞİD, başkenti Rakka’yı elinde tutuyor. IŞİD’in temel yönelimi, muhaliflerin elindeki toprakları fethetmek ve Suriye ordusuyla doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınmak oldu.

IŞİD ve eski El Nusra gerek ABD’nin başını çektiği koalisyon gerek Rusya’nın liderlik ettiği oluşum tarafından meşru hedef kabul ediliyor. Ancak bilindiği gibi Türkiye ikili bir politika izleyerek IŞİD’e belirli bir tolerans gösterdi; çünkü Türkiye’nin bu savaştaki birincil hedefi sınırın öte yanında özerk bir Kürt bölgesinin oluşumunu engellemek.

Güç sahibi dördüncü aktör ise, ülkenin kuzey kısmına hakim olan radikal PYD ve onun silahlı gücü YPG tarafından yönetilen Kürtler. Rojava olarak anılan bu bölge, “demokratik konfederalizm” sistemi altında yönetilen üç otonom kantondan oluşuyor (Cizre, Kobane ve Afrin). IŞİD’e karşı mücadelesinde ABD ile geçici bir askeri ittifak kuran PYD bir ölçüde uluslararası meşruiyet kazandı ve Esad rejiminin örtülü müsamahasını elde etti. Gelgelelim, Kürtlerin tek başına büyük bir güce sahip olduğunu düşünmek yanıltıcı olur. Bir gelişme, ABD’nin ittifaklar yelpazesi çerçevesinde Kürtlerin (özellikle de en radikal olanlarının) feda edilebilir olduğunu ve ABD’nin 1952’den beri NATO üyesi olan Türkiye gibi bir stratejik ortağından vazgeçmeyeceğini ortaya koydu. Ağustos ayı sonlarında Türkiye ilk kez, Suriye’nin kuzeyindeki Cerablus kentine bir askeri operasyon başlattı. Operasyonun amacı hem IŞİD ve PYD milisleriyle mücadele etmek, hem de Halep savaşının yarattığı karmaşadan yararlanıp belirli bir bölgeyi kontrol altına almak. ABD Türkiye’nin taaruzuna destek vermekte tereddüt etmedi. Kürt bölgesinin iç durumu da istikrarsız ve özerk bölgelerin kontrolü son tahlilde Sunni Araplar başta olmak üzere diğer kesimlerle aradaki ittifaka bağlı. Kürtler ve Arapların dahil olduğu Suriye Demokratik Güçleri ittifakı, ABD’den destek alıyor.

Açıkça, Kürtlerin gerek yerel gerek uluslararası ittifakları taktik ve geçici bir özellik taşıyor; uzun vadeli çıkarların örtüşmesinden ziyade IŞİD’e karşı mücadelenin gereklerinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla bu ittifakların özerk bir Kürdistan’ın kurulmasında politik zemin işlevi göreceği düşünülmemeli.

Jeopolitik boyut

2014 yılında IŞİD’in sahneye çıkması ve hilafet ilan etmesinin ardından, Rusya ve ABD’nin müdahaleleriyle beraber savaşın reaksiyoner niteliği daha da yoğunlaştı. Çeşitli tarafların dahil olduğu bir iç savaş ile “teröre karşı” uluslararası savaşın çakışması, geleneksel askeri teorilerin sınırlarını zorluyor. Çapraz, çelişkili ve değişken ittifaklardan oluşan bu çerçevede, aktörler bir savaş sahasında çatışırken diğer bir sahada taktik işbirliği yapabiliyor. Ancak her delilikte olduğu gibi, bu muammada da bir mantık mevcut. Bu da, Suriye’deki savaşı belirleyen iki bölgesel ve bir uluslararası çekişme ile açıklanabilir.

Birincisi, Suudi Arabistan ve İran arasındaki bölgesel “soğuk savaş.” ABD’yle imzaladığı nükleer anlaşmadan sonra, İran hegemonya hedefleri bulunan bir bölgesel güç olarak sahneye döndü. Suudi Arabistan ve İran arasındaki çekişme, Şii ve Sunni İslam arasındaki çatışma şeklinde kristalleşse de, dinle değil politika ve iktidarla ilgili; kapsamı Suriye ve Irak’tan tutun Yemen’deki iç savaşa kadar uzanıyor.

İkinci unsur ise Türkiye’nin gerek kendi sınırlarındaki gerek Suriye’deki Kürtlere karşı savaşı. Bu durum Türkiye’yi Rusya’yla karşı karşıya getirdi ve geçen Kasım ayında bir Rus uçağının düşürülmesine yol açtı. Türkiye, iç politikadaki gelişmeler ve “Arap baharı” süreçlerinden istediği gibi yararlanmayı başaramaması nedeniyle, uluslararası planda yalıtıldı. Temmuz ayında cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan darbe girişiminin ardından Rusya ve İran’la tekrar yakınlaşma çabaları ve ABD’yle ilişkinin toparlanması, ülkenin bölgesel bir güç olarak konumunu geri kazanmaya yönelik daha geniş stratejisinin parçaları.

Üçüncü belirleyici unsur ise ABD (ve “Batı”) ile Rusya arasındaki stratejik karşıtlık. Suriye’deki müdahalesi sonucunda Rusya, her tür müzakerenin hakemi konumuna geldi. Obama yönetimi bir ikilem yaşıyor: Bir yanda, Suriye’de bir barış anlaşmasına varmak için Rusya’yla işbirliği yapmak durumunda -ki Cenevre’deki zirvelerde bunu denedi ancak başarılı olamadı-. Öte yanda, bunu yaparken Putin’e bir zafer bahşetmemek istiyor, ancak bu imkansız gibi görünüyor. ABD’deki yaklaşan seçimler belirsizliği daha da artırıyor, çünkü ABD sisteminin şahinlerinin desteğini alan Hillary Clinton şimdiden daha müdahaleci bir politika izleyeceğini ve Rusya’nın daha fazla üzerine gideceğini ilan etmiş durumda.

İç savaş ve soldaki tartışmalar

Suriye’deki durum uluslararası solu, taraflardan birine destek veren iki kesime böldü: Azınlık eğilimi Esad’in diktatöryel rejimini (hatta Rusya’nın müdahalesini de) savunuyor ve bunları ABD’nin ve Selefi İslam’ın reaksiyoner güçlerinin taarruzuna karşı direniş olarak görüyor. Çoğunluk eğilimi ise, demokratik veya insancıl argümanlarla, “isyancı” kampı veya ÖSO gibi “seküler” versiyonlarını, bunların sınıf karakteri ve stratejilerini hesaba katmaksızın destekliyor. Her iki kesim için de sınıfların yerini “kamplar” almış durumda. Suriye’nin trajedisi, Esad’a karşı verilen mücadeleyi devrimci bir sürece doğru götüren eğilimlerin, örneğin kitlelerin demokratik eylemlerinin veya yerel halk konseylerinin, bir yanda rejimin zulmü ile diğer yanda açıkça reaksiyoner hedefler güden silahlı güçlerin arasında sıkışıp boğulmasıdır. Bunun istisnası olan Kürt milisler, nüfusun içindeki kitle tabanından çok dış destekçilerinden etkileniyor. İç savaşa dair bu tespitler, Esad diktatörlüğüne karşı mücadele etme gereğini ortadan kaldırmadığı gibi, “Arap baharı” dalgasında bu despot rejime karşı 2011 yılında başlayan halk isyanının gerçek niteliğini de değiştirmiyor. Ancak mesele, çatışmanın başlangıcında isabetli olan bu zeminin, günümüzdeki durumu kavrama açısından tamamen yetersiz kalması; her ne kadar kimi direniş odakları halen mevcut olsa da, mevcut durum halk mücadelesinden ziyade vekalet savaşı özelliklei taşıyor. Bu durum da, isyan dalgasının yenilgiye uğramasının genel bir sonucu.

Halihazırda emperyalist savaşa, Esad diktatörlüğüne, Rusya’nın müdahalesine ve İslamcı reaksiyonun “yeni terörizmi”ne karşı mücadele noktasında bağımsız bir politik duruş gerekli. Söz konusu yeni terörizm, klasik Marksizm’in tartıştığı anarşistlerin veya popülistlerin bireysel terörizmiyle hiçbir benzerlik taşımadığı gibi, sivil halka yönelik politikalarında emperyalizmi ve onun savaşlarını kendine örnek alıyor.

Mehr zum Thema